Pages

30 May 2020

Yazlık Örgü Çanta Açıklaması



Selamlar 
Yine mis gibi bir sokağa çıkma yasağımız var. hahhahah. Sanırım yeni normalde sıklıkla karşılaşabiliriz, hele de kış mevsiminde, bu süreç bizi daha fazla eve kapatır gibi gelmeye başladı bana. Allah büyük; sağlık olsun da, evde kalmak gerekiyorsa, kalırız.

Bu sene, bu çantayı takıp, salınacak zamanımız olacak mi bilmem:) Ama kasım, aralık gibiydi sanırım, yaz tatilinde kullanırım diye örmüştüm. Hakkını vereyim, bir kaç defa kullandım da. Ördüğüm bu tarz çantalar içinde, rengi, büyüklüğü ve çanta kulpu açısından beni en çok memnun eden çantam oldu. Örerken, resimler çekmiştim. Bloğumda arşiv olsun niyetine. Beni okuyanlar bilir, açıklama yazmak konusunda çok başarılı sayılmam. Ama görsellerle desteklemeye çalışacağım. Hadi bana kolay gelsin. :) 


Sihirli halka ya da zincir, hangisini istiyorsanız, onunla başlayabilirsiniz. Klasik bir motif başlıyoruz. o ikili trabzan grupları, fıstık yaparak tamamlandı. Aralarında iki zincir var fıstıkların.


İkili gruplar yine fıstık yaparak tamamlanıyor. yine aralarında 2 zincir var. 


Bu sırada fıstıklarımız üçlü ve aralarda yine iki zincir var. 


Bu sıraya biraz dikkat etmek lazım. Çünkü yuvarlak motif, kareye dönecek. Artık fıstık değil, normal trabzan yapacağız. Önce 3 tane ikili trabzan yapıyoruz, diğer boşluğa 3 tane yarım trabzan yapıyoruz, diğer boşluğa 3 tane ikili trabzan yapıyoruz. Aralarda zincir çekmiyoruz.  Şimdi köşeye geldik. Önce 2 tane ikili trabzan yapıyoruz. Ardından 1 tane üçlü trabzan yapıyoruz.  2 zincir çekip, aynı yere bu defa 1 tane üçlü trabzan, 2 tane ikili trabzan yapıyoruz. Bu şekilde köşe oluşuyor. 


İstediğiniz renklerle ve istediğiniz büyüklüğe gelene kadar, motifi büyütüyoruz. Ben pamuklu iplerle ve 3mm tığ ile ördüm. büyüklüğünden çok memnunum. Motif tamamlanınca, iki kenarından ana renkle trabzan örerek, çantaya şeklini vermeye başlıyoruz. Burada da yine sizin istediğiniz büyüklük esas olacak tabi. Yalnız motifin son sırasında köşeleri yaparken zincir çekmiyoruz. 


Motifi örerken aralarda zincir yok. Sadece köşelerde var. Son sırada köşede de zincir çekmeden, 7 tane ikili trabzan yapıyoruz.


Ön ve arka parçaları örüp, birleştirdikten sonra, Çantanın ağız kısmına, formunu vermek için sık ğne yaptım. Bir kuralı yok, tamamen doğaçlama. Sonrada üst kısım için, minik kare motifler örmeye geldi sıra .


Bu şekilde küçük motifleri birleştiriyoruz.


Küçük motifleri çantaya ekliyoruz. Ben hazır deri bir kulp kullandım. İstediğim, çanta kulpunu bulmama biraz zaman aldı. o yüzden kasımda başlayan çantaya bitti demem, şubata kadar sürdü. :)) 

SELAMETLE.....

27 May 2020

Ağaç Ev Sohbetleri 40



"İlk kez bir bayramı ülkece evde ve yalnız kutluyoruz. Bu durum size ne hissettirdi? 
Eski bayramlarınız nasıldı? En güzel bayram anınız nedir? Bizimle paylaşmak ister 
misiniz?''
Selamlar
Ağaç ev sohbetleri, kemale erişti. Baksanıza en kâmil yaş olan kırkına gelmiş. 😊
Mevzuu bayram. Bayramlarla ilgili birbirinden farklı milyon tane anım var sanırım. Ama hiç bu kadar, ilginç ve yalnızı olmamıştı. Allah’tan eşimin nöbeti yoktu. En azından çekirdek ailemle geçirmeyi başardık.Ama bayram, bayramdı yani. Sonuçta bir hediye. Coşkusuna sevincine gölge düşürmek bize yakışmazdı. Bayram ritüellerinin hepsini yerine getirdik. Sabah erken kalktık. Bayram namazı yoktu ama tekbirleri dinleyip, kuşluk namazını kıldık. Babamızın elini öpüp bayramlaştık.  Bayram kahvaltısı özeldir bizde her zaman. Giyinip kuşanıp kahvaltı masasında buluştuk. Yine bizim meşhurlarımızdan kahvelerimiz içildi. Hatta TRT de hazırlanan müzik programındaki şarkılara eşlik edip, “papatya gibisin, beyaz ve ince” şarkısı ile dans bile ettik. Hahahaha. Yani bayram coşkusunu lokal olsa da yaşadık. Babamızın nöbeti olsaydı asıl o zaman çok buruk olurdu. Hayatta şükredecek çok şey var.

Eski bayramlar mı? Dedim ya bende birbirinden farklı milyon tane anı var. Babam yurtdışında çalışırdı rahmetli. O yüzden bazı bayramlar bizimle olamazdı. Benim babam ,öksüz ve yetim bir adamdı. Yani babaannem ben çocukken vefat etti. Dedem, babam çocukken vefat etmiş, maalesef. O yüzden, ben dedem derken sadece, annemin babasını hatırlarım. Babamın Türkiye’de olmadığı zamanlarda bizde dedemlere giderdik. Arefe gününden.
 Annemin ailesi çok kalabalık, 4 kız 4 erkek kardeşi var annemin. Eski geleneksel ailelerden. Her birinin ayrı evi ve işi olsa bile ortak işleri ve ortak evleri vardır. Dedemin evi o yüzden ortak evdir. Her bayram, dayılarımın hepsi, teyzelerimden müsait olanlar, eşleri ve çocukları ile dedemin evine gelirdi. Bazı bayram sabahlarına, çoluk çocuk 30 kişi ile uyanırdık 😊

Bayram, arefe gününden başlardı, biz çocuklara. Yaşı müsait olan hatta bazen küçükler, arefe günü mutlaka oruçlu olurduk. Dedem hepimize horoz şekeri alırdı. Yazsa evin önündeki harmana kocaman bir sofra serilirdi. Kışsa erkekler, kadınlar ve çocuklara olmak üzere üç sofra serilirdi. Çünkü o kadar kalabalık ev içinde aynı sofrada kargaşa olmadan zor idare edilir. İftardan sonra dedem bizim horoz şekerlerimizi verirdi. Biz şekeri ilk bitiren olmamak için, kırmadan yavaş yavaş yemek için, birbirimizle yarışırdık. Dayanamayıp şekeri ısıranla, ya da horozun kafasını kıranlarla dalga geçerdik. Hahaha.

Tabi o kalabalıkta herkese özel yatak diye bir lüks yoktu. İki tane yer yatağını dikey değil,yatay şekilde odaya sererdi, büyükler. İki, ya da üç yorgan kişi sayısına göre. Biz kuzenlerle beraber, yatardık. Hatta bir anımız var. Kocaman kadınlar olduk, bir araya gelince hala hatırlar güleriz. Ben kardeşim ve dayımın iki kızı, beraber yatıyoruz. Kardeşim, akranı olan dayı kızına, kanı kaynadı sanırım, yanağını sıkıp, “ver bir makas” dedi. Yazık onun da uykusu geldi sanırım “gece gece makası ne yapacaksın, yat uyu demez mi” artık kimse yatamadı tabi gülmekten. Diğer odalardan. “Yeter susun, uyuyacağız şurada” azarını işittiğimizde bile, sessizce kıskıs gülmeye devam ettik. Dördümüz bir araya gelince, hala hatırlayıp, gülüyoruz.

Bayram sabahları, büyük bir olay tabi. Sabah erkenden, “koğuş kalk” çekilir😊 Büyük küçük, yürüyebilen tüm erkekler bayram namazına giderdi. Çok kalabalıksa, evde iş çoksa, biz kızlar gitmezdik. Ama bazı bayramlar daha sakin olurdu. O zaman bizde giderdik. Dedem imam değildi. Ama dini bilgisi çoktu. Köyünde etkili büyüklerinden, genelde köye genç bir imam atanmışsa, dedem onunla ilgilenir, sahip çıkardı. O yüzden, imamlar hürmeten bayram namazını dedemden kıldırmasını rica ederdi. Ben kalabalık olmayı severdim, tüm kuzenlerle beraber olmayı. Ama dedemin arkasında namaz kılmayı da severdim. Yani bazen biri bazen diğeri olurdu. İkisi de çok güzeldi.

Dedemin evinde, işleyen bir çark vardı. Sen ilk kez bile girsen ortama, fark etmeden çarkın dişlisi haline gelirdin. Kendiliğinden ve şamatasız bir iş bölümü yapılırdı. Anneler mutfağa kahvaltı hazırlamaya girerdi. Küçük çocuklar, zaten bayramlık giyme telaşındaydı. Daha büyükler, bir anne ya da abla refakatinde yatakları toplardık. Sonra sofranın hazırlanmasına yardım eder, hazırlanırdık. İş çoktu ama yapacak insanda çoktu. O yüzden, hep bir elden “kuş gibi” anneannemin tabiriyle, hazırlanırdık. Dedem gelince, bayramlaşma başlardı. Ama çabuk bitmezdi, hahaha.

 Bayram harçlıkları, hediyeler verilirdi ama şu an hiçbirini hatırlamıyorum. O zamanlar önemliydi ama şimdi tek hatırladığım ve özlediğim, büyük bir ailenin parçası olmak. Orada hissettiğim, güven duygusu, koşulsuz kabul görme hali. Günümüzde yetişkinleri geçelim, çocukların çoğunun bile böyle bir konforu maalesef yok. O yüzden çok şanslı hissediyorum kendimi.

Sonra hep beraber kahvaltı edilir. Sofranın yazlık kışlık modundan bahsettim az önce. Sofra kalkınca, yine kendiliğinden oluşan bir iş bölümü yapılırdı. Kahvaltıdan sonra, büyüklere kahve yapılırdı. O mecliste, kahve içemedim. O kadar büyüyemedim çünkü. Ama özellikle lise ve üniversiteye gittiğim dönemlerde, mutfak bize kalırdı, işler bitince kuzenlerle kahve keyfi yapardık, yani alternatif, kahve keyfimiz vardı bizim de.

Sonrasında, çiftler çocuklarını da alır, bayram ziyaretlerine giderdi. Her bayram, ailelerden biri dedemin yanında kalırdı. Dedem büyük olunca, geleni gideni çok olurdu. O yüzden bir ya da iki aile kalır, diğerleri bayram gezmesine giderdi. Kendi içinde bir döngü olduğu için, kimse haksızlığa uğradığını düşünmezdi. Dediğim, gibi anneannem varken, o evde işleyen bir çark vardı sanki. Herkes kendiliğinden, o çarkın dişlisi oluyordu. Anneannemin, öyle sen şunu yap, sen bunu dediğini de çok duymazdım, nadiren. Ama hiç kargaşa çıkmazdı. Aklım yetmeye başlayınca, bu kadar insan nasıl böyle organize oluyor, nasıl hengame çıkmıyor diye şaşırdım. Kerameti evden zannederdim. Meğer keramet anneannemdeymiş. O vefat ettikten sonraki, ilk bayramda çok acı bir şekilde anladık. Allah’tan ilk şaşkınlığın ardından, büyükler çabuk toparladı. Düzen yeniden kuruldu ama o ilk bayram sabahı, herkesin sudan çıkmış balık gibi kalakaldıklarını gün gibi hatırlıyorum. 

Kadının anne olunca, içinden bir güç çıktığını, kendimde tecrübe ettim. Hele de yönetmen gereken, büyük bir ailen varsa, o güç sana sadece, sözel iletişim gücü değil, hâl dili gücüde veriyor sanırım. Anneannem, kurduğu sistemin saat gibi işlediğini görüp, memnun olmuş mudur acaba.  

Babamın bizimle olduğu bayramlarda, şartlar uygunsa, yine dedemin evine gidilirdi. Anneannemin vefatından sonra, daha çok kendi evimizde bayram eder olduk. Benim erkek kardeşim yok. Babam bayram namazına bizimle gitmeyi severdi. Ama genelde ben eşlik ederdim. Kardeşim çok ilgilenmezdi. Bayram namazından sonra, yine giyinip, kuşanıp, aile içinde bayramlaşılır, yine kahvaltı sofrasına özenilirdi. Kendi ailemle kutladığım bayramlardan en net hatırladığım, kahvaltıda radyodan çalan türkülerdi. Babamın sesi çok güzeldi. Neşeli türkülere eşlik ederdik, hep beraber. Bazen annem sofrayı kaldırırken, biz babamla halay çekerdik, annem gülerek, “deli bunlar” derdi. 😊

Dedemin evi kadar olmasın, bize de çok misafir gelirdi.  Babam büyük kardeş, büyük kuzen çünkü. Günün neşeli sabah saatlerinden sonra, özellikle gençlik dönemlerimde, bolca sofra kurup, kaldırdığımı hatırlıyorum. Çünkü Sivas’ta bir adet vardır. Özellikle yakın akraba ise ziyarete gelen, mutlaka sofra hazırlanır. Menüler hemen hemen aynıdır. Yaprak sarması, yayla çorbası, sulu köfte, ev baklavası, sütlaç, hoşaf, mevsim sebzelerinden hazırlanmış, bir yemek. Üç aşağı beş yukarı tüm evlerde bu tür bir hazırlık yapılır. O sofra mutlaka kurulur. Aç ya da tok olman önemli değil, ikramlardan yemen beklenir. Yemezsen çok ayıp olur. 

Çocukken her bayramda midem çok fena olurdu. “Bayram beyi” diye bir tabir vardı. Bayramda mideyi bozanlara denirdi. Dalga geçmek için. Çocukken şaşırırdım, bu insanların midesi nasıl dayanıklı, benim midem niye hemen bozuluyor diye. Meğer büyükler çözmüş mevzuyu, her sofradan mutlaka yerler ama çok az. Hele annem her seferinde kızım, “yavaş ye" diye uyarırdı. Çocuksun tabi, ayarını bilemiyorsun. Sonuç hüsran. Biraz büyüyünce mevzuyu bizde çözdük, bayram beyi olmaktan kurtulduk hahaha.

Ya kendimi kaptırmışım, kimsede dur dememiş. Ne kadar yazmışım, daha anı çok ama utandım vallaha. Susayım artık. Bu kadar yazıyı okumazsanız anlarım, kırılmam, okursanız çok teşekkür ederim. Hadi selametle.
  





24 May 2020

Bayramınız Mübarek Olsun

Selamlar,
"Olanda hayır vardır" anlayışı ile idrak ettiğimiz, hepimizin ortak kanaati ile "en garip bayram" diye nitelendirdiğimiz bayram sabahındayız. 

Çocukluğumdan beri, her bayram içimde bir coşku, dilimde rahmetli Barış Manço'nun "bugün bayram, erken kalkın çocuklar" şarkısı ile erkenden uyanırım. Bugünde öyle yaptım. Hatta normalden daha erken kalktım. Camilerden yükselen tekbir seslerini, kaçırmak istemedim. İki rekat namaz kıldık ailecek. Kahvaltı için çok erken, bayram günü uyumak olmaz. TRT güzel bir program hazırlamış. Sohbete ve duaya eşlik ettik. Sonrası malesef, boşluk. "Allah'ım kimseyi gördüğünden beri koymasın" derdi nenem. Nasıl haklıymış. Mübareğin gönlünü kırmak istemem ama, biz "ona" böyle alışmadık. Bu sene çok çok farklı.

Hem bayramı incitmemek, hem de  kendi psikolojimiz açısından, bayrama hazırlandık elbette. Sokağa çıkma yasağı varken; olmasa bile Allah'ın akıl sahibi kulları olarak, bu süreçte kendimizi ve sevdiklerimizi riske atmamak adına, evde kalmak gerektiğinin idrakinde olarak, bu bayramı nasıl geçireceğimizi tahmin edebiliyorduk elbette. Bizde madem bayramlık cicilerimizi alıp, eş, dost, hısım, akraba gezemeyeceğiz, balkona kadar çıkarız dedik. :)) O halde, balkona bayramlık hazırlamak, ruh dünyamıza iyi gelebilir deyip, bir hafta önce işe giriştim .


Sofi karesini yastık yapmayı zaten düşünüyordum.  Ama iki yastık bizim dekoru tamamlamazdı. Kolları sıvadım. 


Önce Ubuntu'dan artan iplerle bu küçük yastığı ördüm. 


Ardından en beğendiğim popcornlu modellerden birinden iki tane daha yastık ördüm. 


Sehpaya da runner örünce işlem tamam oldu. Aslında renklerndirmeye hiç niyetim yoktu. Ama ipim yetmeyince mecburen bir kombin düşündük. Bence güzel oldu yani. :)) 



Kahvaltı sonrası, bayram ziyaretine gideceğiz, balkona. Bize bir kahve ikram eder zannediyorum. hahhaha 

Not: Su içerken, sizde garip hissediyor musunuz. Ben, daha bir hafta orucu unutup, su içmişim gibi endişeli bir kaç saniye geçiririm. :)))) 

Bayramını Mübarek Olsun canlar. Bildiğimiz, sevdiğimiz bayramlardan beri koymasın bizi Rabbim. 
Selametle....

21 May 2020

Ağaç Ev Sohbetleri 39



Selamlar
Bir önceki yazımda, erken gelip, bizi heyecan ve kaygıya sürükleyen küçük adamdan bahsetmiştim. Gebelik zehirlenmesi, anne ölümlerinin en çok görüldüğü durumlarmış. Allah tüm anne adaylarını korusun. Tabi biz konuya yeterince vakıf olmadığımız için endişelendik ama damat bey kadar değil. Çünkü ona doktorlar, süreci ve risklerini olduğu gibi anlatmış doğal olarak. O da yazık, “güçlü olmak lazım” diye düşünüp, kimseye söylememiş ve ister istemez kasılmış. Sezaryen sonrası, kardeşimi ayakta gördüğü ilk gün, sinirleri boşaldı sanırım, pat diye düşüp bayılmış. Görünürde bir şey yok ama sanırım yorgunluktan ve gerginlikten olacak, birkaç gün baş dönmesi yaşadı. Kardeşinin, mesaisine geri dönmesi gerekiyordu, ilk günden sonra onlar dönmüştü. Geride iki yaşlı anne ve araba kullanmayı bilmeyen kardeşim kaldı. Damat beyin sağlığı trafikte araba kullanmasına hiç uygun değil, baş dönmeleri yaşıyor. Öyle olunca, hiç planda yokken biz izin alıp yola çıktık. Normalde ev kalabalık, anneler yaşlı, zaten bebekte evde yok diye, gitmeyecektim. Bebek gelince gitmeyi düşünüyordum. Ama durum acil olunca, yola çıktık. Tabi hasta evi sonuçta, kendine has bir ritmi var, bir de yanında ramazanın ritmi, derken mutfak eksenli, üç gün geçirip, eve döndüm. Damat beyde kendini toparladı biraz. Kardeşimi de gözümle görmüş oldum. İçim rahatladı. Bebeğimizde, kendi kendine nefes alabiliyor artık, herhangi bir desteğe ihtiyacı kalmadı. Tabi hala yoğun bakımda ama çok şükür iyi haberlerini alıyoruz.
Ağaç ev sohbetlerini sevgili deep hatırlattı, sağ olsun. Ama ne okuyacak ne yazacak durumda değildim. Fakat konu çok güzeldi. Neyse ki hafta bitmeden, yazacak fırsatı buldum.

Sezgilerine göre mi karar verirsin yoksa mantığına göre mi karar verirsin? Yeni biriyle tanıştığında onun hakkındaki izlenimlerine ne kadar güvenirsin?

Konumuz felsefenin üç temel tartışma konusundan biriyle yakından alakalı. Epistemoloji dediğimiz bilgi felsefesinin temel tartışmalarından biri “kesin ve değişmez bilginin kaynağı nedir” sorusudur. Bu soruya birbirinden farklı altı cevap verilmiş. Sezgi, bu cevaplardan biri. Ama mantık konusunu hangi başlığın altında konuşuruz ona karar veremedim. Normalde “akıl” diyen, rasyonalistlermiş gibi düşünüyorum, ilk anda. Ama rasyonalistler doğuştan gelen bilgiye inanıyorlar. Biz günümüzde buna sezgi diyebiliriz. Her türlü bilginin dış dünyadan yaptığımız gözlemler sonucu oluştuğunu iddia eden , “emprist” filozoflar, bizim mantık dediğimiz şeyi daha fazla karşılıyor gibi sanki. Mesela David Hume, “bilgilerimiz, izlenim ve ideler sayesinde oluşur” diyor. İdelerin ise “izlenimler ile zihnin bağ kurması” sonucu oluştuğunu söylüyor.  Bizim mantık, sanırım David Hume’un “ide” dediği şey.
Sezgi konusunda ise bizden Gazali’yi, batıda ise Henry Bergson’u görüyoruz.  Gazali, bilgi edinirken duyular ve akıldan gelen bilgiyi yadsımaz. “Kişi bu ikisiyle de bilgi elde eder ama elde ettiği bilginin doğruluğundan asla emin olamaz” diyor. O’na göre “doğru bilgi nasiptir. Kişinin yeterince emeği varsa ve nasibinde de varsa, Allah onun kalbine bir nur gönderir ve bu nur kalp gözünün açılmasına neden olur. Kalp gözü açılan bireyler, doğru bilgiye ulaşabilir” özetle.
 Gazali’ye göre, doğru bilgi, önce senin halis niyetle arayışına, sonra da Rabbin, senin halis niyetini takdir edip, sana nasip etmesine bağlıdır. Gazali’nin yaptığı bu açıklama bana hep çok nahif gelir. Biz insanlar kendi varlığımıza o kadar büyük anlamlar yüklüyoruz ki. Her şey ama her şey bizim kudretimizdeymiş gibi, biz kontrol ediyormuşuz gibi algılıyoruz. Hem sadece seküler anlayışa sahip bireylerin değil, kendini “dindar” olarak tanımlayan bireylerin, bile çoğunda bu algıyı görebiliyoruz. 
Bize düşen, emektir. Süreçte bizi destekleyen, ahlak kuralları, dini kurallar ve hukuk kuralları, davranışlarımıza yön veriyor. Ama nasipte yoksa, doğru karar vermek neredeyse imkânsız oluyor. Hangi kişi ya da durumun, sınavımız olduğunu bilmiyoruz. Aldığımız yanlış kararlar için kendimizi tüketmeye gerek yoktur bence. Sadece ders alıp, kazandığımız tecrübeye odaklanmak en iyisidir. Aldığımız yanlış kararlar bu şekilde bizi eğitir, kaybımız değil, kazancımız haline gelir. Zaten, Henry  Bergson’da sezgiye dayanan, ahlakın “açık ahlak” olduğunu, olgun ve yetkin bireylerin bu ahlaka sahip olduğunu söylüyor.
Günümüz insanı, sezgiyle alınan kararları, fazla romantik ve gerçekçilikten uzak bulmaya meyyal. Ama aslında sezgiye dayanan düşünme, dünyanın ihtiyacı olan düşünme biçimi. Rab’dan gelen ilhama açık. Kadere ve kazaya iman konusunda bizi rahatlatan, psikolojimize de çok iyi gelecek bir düşünme şeklidir. 
Ben gençliğimden beri, sezgilerimle hareket etmekten çekinmem. Her zaman beni mutlu eden sonuçlar ortaya çıkmıyor. Bazen üzülüyorum. Ama son tahlilde, o üzüntü bile bana tecrübe olarak dönüyor. Daha genç yaşlarımda, kazandığım tecrübeden çok yaşandığım üzüntüye odaklanıyordum bende. Ama hayat tecrübesi bana, öğretti ki, hata yapmak, yanlış karar almak çokta korkunç bir şey değilmiş. Yanlış karar alacağım diye, kalbe gelen ilhamı yok saymak, gençken “çok mantıklı karar aldım, aferin bana” dedirtir. Ama yaş geçince “yaa neden denemedim” pişmanlığı kaçınılmazdır.
Sezgi aslında bir güçtür. Hayal dünyası ve ilhamla kişiye yön verir. İnsanlar çok mantıklı olacağız diye bu güçlerini köreltiyor. Anne babaların çocuklarına verdiği en büyük zarar bu. Biliyorsunuz lisede öğretmenim, gençlerin yeni bir şey öğrenme heyecanlarını nasıl kaybettiklerini görüyoruz. İlkokulda hala çocuk olan, ortaokulla beraber başlayan hem ergenlik hem yetişkin dünyanın getirdiği stresle baş etmeye çalışan çocuğa, “falanca liseyi kazanamazsan, hayatta başarılı olamazsın, falanca üniversite olmazsa bittin” şeklinde çok mantıklı çizilen güzergâhlar, çoğu kere depresyona ya da tamamen yoldan çıkmaya neden oluyor. Bu kadar korkmayalım duygularımızdan. 😊
Selametle…..

15 May 2020

Hoşgeldin Bebek

Selamlar 
İki gündür kısıtlanmanın, koronadan kaynaklı değişen yaşamlarımızın etkilerini sonuna kadar hissettim. Benim en küçük kardeşimi ikinci defa anne olmaya hazırlanıyordu. Bebeğimizin doğumu daha haziran ortası gibi bekleniyordu. İki gün önce gece yarısı bir telefon, kardeşim gebelik zehirlenmesi geçiriyormuş, tansiyonu 17/9  ve hastaneye yatırmışlar. Daha önce hiç tecrübe etmediğimiz yeni bir durum. Tabi netten baktım, nedir ne değildir diye. Aman Allah'ım nasıl korkunç şeyler yazıyor. Hem anne, hem bebeğin hayati risklerinden bahsediyor. Doğal olarak endişe tavan yaptı. Çorum'da yaşıyorlar. Aslında çok uzak değil ama bu kısıtlamalar nedeniyle izin almadan yola çıkmak imkansız. Sonra o gece damat beyin kardeşi asker olunca izin konusunu çok düşünmeden eşiyle yola çıktı. Ankara'da yaşıyorlar. bizden daha yakın. Yalnız kalmadılar şükürler olsun. O gece tansiyonuda düştü kardeşimin. Biraz rahatladık. Ertesi gün damat beyin kardeşi annemi, kendi annesini, diğer kardeşimi Sivas'tan alıp, Çorum'a gitti. Bir anda evde nüfus kalabalıklaştı. Öyle olunca ben izin alıp gitme işini ertelemek zorunda kaldım. Annem ve dünürümüz yaşlı insanlar ve ev yeterince kalabalık. Kısacası "salgın nedeniyle hayatlarımız değişti" cümlesinin ne anlama geldiğini iliklerimize kadar hissettik. 
En son gelişme, dün sabah bizim küçük adam birazda mecburen dünyaya geldi. Şu an 33 haftalık, 1.400 gr. O minicik canıyla, düştüğü dünya yurdunda imtihanını vermeye başladı. Genel durumu iyi. Ama yenidoğan yoğun bakımında tabii. Hemşire ablası bu geceyi atlatırsa daha umutlu olacağız dedi. Gece bitmiyor.

Yanına bile gidemediğim ama endişesini yüreğimin en derininde hissettiğim küçük adam, hoşgeldin, bizimle kal. Bu küçük adamın bir ablası var. Adı Hiranur. İki gündür duam "Allah'ım, annesini ve kardeşini Hiranur'a bağışlasın" Amin.


Baktım ki, sadece oturup düşünmek beni depresif yapacak, hobilerime sarılmak en iyisi. Balkondaki takımın minderlerini değiştirmeyi düşündüğümü yazmıştım. Onları yeniledik. Bende balkon dekorunu yenilemek adına, yastık örmeyi planlamıştım. Daha önce ördüğüm sofi karelerini, balkonda kullanmayı düşünüyordum zaten. Teklilere onu kullanınca, ikili koltuk için yastık örmeyi planladım.


Koltuğun ortasına böyle dikdörgen bir yastık düşündüm.


Bu modeli de acayip beğeniyordum. köşelere kare yastık düşününce denemeye karar verdim. Bu işler böyle olmasa bu kadar çabuk bitmezdi. Şimdi bu modelden, bir tane daha öreceğim. 
Yastıkların arkasını örgü yapmamaya karar verdim. İpler bu kadar kıymetliyken :) Yastıkların arkasını uygun kumaşlarla kombin yaptıracağım. Malesef benim bir dikiş makinam yok. Bu süreçte en büyük pişmanlığım oldu. O nedenle terzi bir arkadaşa yaptıracağım. Bakalım bayrama yeni dekorumuz yetişecek mi?


Bu arada sehpa içinde yeni bir örtü öresim var. Alternatifleri değerlendirmeye çalışıyorum. 

Ayrıca bugünlerde, Nurettin Topçu'nun Yarınki Türkiye isimli kitabını okuyorum. Eğitim sendikalarından biri, lise çağındaki çocuklar için hazırladığı bir proje kapsamında , öğrencilere okutuyordu bu kitabı. Çoğu kişi kitabı ağır bulmuştu, öğrencinin düzeyi için. Ama biz bu gençleri zorlamadıkça gerçek kapasitelerini ne biz ne de onlar göremeyecek gibi. Kitap tamam biraz ağır ama emek olmadan yemek olmuyor değil mi. Özetle bir 100 sayfa okudum ama hayran kaldım. Gerçekten her Türk genci okumalı bu kitabı, sağlam ve milli bir ufuk kazanabilmek adına. Daha sonra kitaptan birkaç alıntıyı da paylaşırım inşallah 

Duanıza talibiz. Hayırlı cumalar. Selametle  

12 May 2020

Ağaç Ev Sohbetleri 38



Selamlar 
Ağaç evim yok ama ağaç taburelerim var, buyurun sohbeti burada yapalım bu defa :)) 

Konu cazip, "Kelimeleri çok değerli buluyorum, kendimizi ifade etmemizi sağlıyorlar ve günlük hayatımızda çok önemli bir yer kaplıyorlar. Bu yüzden sorularımı kelimeler ve kelimelerle bir yönden ilişkili olan dil hakkında seçeceğim. Dil konusuna girmişken ilk olarak olmazsa olmaz bir soru sormak istiyorum: Dilimizin içerisinde bulunan yabancı sözcüklerle ilgili ne düşünüyorsunuz? İkinci ve son olarak da sizin için değerli olan, ister günlük hayatta sıkça kullandığımız ister dilimizin derinliklerinden gelen, bilinmedik bir sözcük söylemenizi istiyorum. Bu sözcük hakkında bir şeyler de duymak isterim! Sizin için neden değerli olduğu gibi :)"

Aysu Hanım'ın tercihi. Kendisi de çok güzel bir yazı  yazmış, okuyun derim. 

Dil hayati önemde bir kavram. İnsanlığın en temel ihtiyacı olan iletişimi sağlıyor. Dil öyle bir kavram ki onu çıkardığınızda geriye pek bir şey kalmıyor.  Tabii kastım sadece konuşma dili değil, iletişimi sağlayan her şeyden bahsediyorum. fakat bugün konumuz lisan, yani anadilimiz. Bir dönem ülkemizde "Saf Türkçeye" dönmek adına, yüzlerce yılın birikimi olan kavramların yerine yeni yeni kavramlar üretmişler. En meşhuru, otobüs yerine "çok oturgaçlı tez götürgeç" hahaha. Bunu her hatırladığımda gülerim ben, hemde sesli. Neyse güldüm geçti. :))))
 Anadili korumak hayati önemde. Çünkü kültürün aktarıcısı dildir. Dilini kaybeden toplumlar, kültürlerini de kaybeder. Buna her birimiz dikkat etmeliyiz. Özellikle belediyelerin, kendimizi Londrada, Newyork'ta zannetmemize neden olacak, tabelalar konusunda hassasiyet göstermesini diliyorum. Ama artık dilimizin bir parçası haline gelmiş, kavramlara düşmanca tavırlar sergilemeyi de mantıklı bulmuyorum. 
Ben mi, ben mecburen yabancı kavramları kullanan, işi bu olan biriyim. Felsefe anlatırken, konuyu ontolojik ve epistemolojik olarak değerlendirip, sonrada etik boyutuna bakmam gerekir genelde :))) Anlattığım ders içerik olarak ekstra kavram bilgisi gerektiriyor. Bu bazen günlük hayatta da alışkanlığa dönüştüğü için kullanmama neden oluyor. Ama bazı kavramlarda, anlam kayması yaşandığını görüyoruz. Mesela "fenomen" aslında sadece "görünen" demek. Zannederim, sosyal medya fenomeni denilmesinin nedeni, onca hesap arasında "görünüp, fark edilmesi" olmalı. Aynı şekilde "karizma" kavramı normalde "kitleleri etkileme gücü" demek. Ama şimdilerde "karizmatik" olmak "yakışıklı" olmakla eş anlamlı. Sanırım çağın insanın tek ölçüsü fiziksel özellikler olunca, boyu posu, kaşı gözü yerinde olan  niteliksiz bir elemanda "karizmatik" olabiliyor. 

Ama kelimeler denilince, benim aklıma her daim Nazan Bekiroğlu gelir. Hoca kelimelerle adeta dans eder. Onun Yusuf ile Züleyha"sı, "la sonsuzluk hecesi", "İsimle ateş arasında" kitapları, bu dansı seyretmek isteyenler için güzel tercihler. 

"...sordu Âdem: Sen misin?
Benim ya ben, dedi Havva. Baştan başa sen’im."
............
Üç şey seçtiler cennetten çıkarmak için.
Bir:Kelimeler
İki:Aşk
Üç:Annelik duygusu
Kelimeleri Âdem aldı, annelik duygusu Havva'ya kaldı.
Ama aşk çok ağırdı.
İkisinin de aşkı tek başına taşıması mümkün olmayınca, ikisinin zembili de aşkı bir başına kaldıramayınca, bölüştüler yükü.
Yarısını Âdem sırtlandı, aşkın yarısı Havva'ya kaldı.
Öyle sert düştüler ki dünyaya, bu fenaya, Âdem'in dizlerinin bağı çözüldü, ciğerleri yandı.Nutku tutuldu.Üçüncü defa, bildiği kelimelerin hepsini unuttu.Sonra bir kısmını hatırladıysa da o bir kısmını kıyamete değin unuttu.
Aşk ? Daha yollarda sakin durmamıştı bir türlü.Kabına sığmamıştı.Bir yarısı yollarda kayboldu.Getirebildikleri ancak öbür yarısıydı.
O gün bu gün yeryüzü kelimeleri yetersiz, aşk bu dünyada kusurlu.
Annelik duygusu? 
Havva'nın cennet duygusu.
Gönül evinde, kadın bedeninde, tastamam duruyordu.
..............
                                         "la sonsuzluk hecesi"nden alıntılar. 


Bu ara kullanmayı sevdiğim kelime "yalnızlık". Hep olumsuz mana yüklenen ama bence, dünyanın en anlamlı kelimesi. İnsan yalnızken tefekkür edebilir, zihnini toplayabilir. Kendini bulup, yaşamı sorgulayabilir. Hem, peygamber sünnetidir. Ramazanda son on gün "itikâf" yapmak. Yani, dünyadan çekilip, Rabbiyle başbaşa kalmak. Birkaç gün olsun başarmayı umuyorum. 
Selametle 


8 May 2020

Kendini Mart Zanneden Mayıstan :)





Selamlar 
Sevgili dostlar, yaz gelemiyordu farkındaysanız. Biz Kayseri'de ciddi ciddi üşüyoruz. Tabi bere takacak kadar değil :))
Şu benim meşhur atıl kalan ve sonrada sökülüp, battaniye olan hırkamdan, kalan iplerle ördüm bu bereleri. Nasılsa kış gelecek ömrü olana. Bizim Neslihan kız, köy okulları için bere kampanyası yapar yine. Hazır zaman ve ip varken öreyim istedim. Nasıl öngörülü bir insanım yaaa, aferin bana :))))))


Bere örmekten sıkılınca, kalan iplerle bu minik keselerden ördüm. Yapım aşamasında resimleyemedim ama dilim döndüğünce anlatayım. 
Sihirli halka yapıp, 6 tane sık iğne yapıyoruz. İkinci sıra 12, üçüncü sıra 18, dördüncü sıra 24, beşinci sıra 30, altıncı sıra 36 sık iğne olacak şekilde artırıyoruz. Yedinci sırada ilk ilmeğe 3 tane sık iğne yapıyoruz ve artırma yapmadan her ilmeğe bir sık iğne gelecek şekilde devam ediyoruz. Sekizinci sırada, başta 3 sık iğne yaptığımız kısımda ortada kalan ilmeğe 3 sık iğne yapıyoruz ve artırmadan sıraya devam ediyoruz. Dokuzuncu sırada aynı şekilde üçlü sık iğnenin ortasında kalan ilmeğe 3 sık iğne gerisi artırmadan devam ediyoruz. 10. sırada üçlü sık iğnenin ortasındaki ilmeğe gelince 12 zincir çekip, aynı yere kaydırma yaparak sap kısmını oluşturuyoruz. yanına 8 tane normal sık iğne yapıyoruz. Bu sırada 13 tane kesme işlemi yapacağız. Peş peşe 13 defa kesme işlemi yapıyoruz. Kalan 8 sık iğneyi normal örüyoruz. Zincirle oluşan sap kısmını da sık iğne ile çeviriyoruz. Geldik son sıraya, bütün ilmeklere kaydırma yapıyoruz. Sap kısmına gelene kadar. İpi uzun kesiyoruz. Sap kısmına sarıyoruz. İğneyi takıp, sağlamlaştırıyoruz.  Yeniden yaparsam bu defa fotoğraflamayı unutmam inşallah.


Bu arada tutacak konusunda Derya'yı takipteyim. :) Geçen instagramda Derya, bu tutacağı açıkladı. O kadar sevimliydi ki, dayanamadım, ördüm. teşekkürler Deryacığım.


Geçen manav alışverişinde, reyhan almıştım. Ramazan sofralarına en çok yakışan içeceklerden biri reyhan şerbeti. Reyhan'ın yapraklarını ayıklayıp, güzelce yıkıyoruz. 2 litre su kaynatıp, reyhan yapraklarını bu suya atıyoruz. İçine bir su bardağı şeker, ince ince dilimlenmiş limon. 5-6 tane karanfil atıp, tencerenin ağzını kapatıyoruz. Yarım saat bu şekilde bekliyor ve süzüyoruz. Mis kokulu reyhan şerbetimiz hazır. Bu arada ben elimde kesilmiş yarım limon vardı.Onu doğradım ve 6-7 tane limon tuzu attım. aynı sonuç oldu. bu da ek bilgi olsun . 
Hayırlı cumalar, selametle....

7 May 2020

Ağaç Ev Sohbetleri 37



"Salgın belli bir ölçüde kontrol altına alındıktan sonra sence global dünyayı ve bizi nasıl bir düzen bekliyor, ekonomide ve uluslar arası düzende nasıl yeni bir düzen olur?

Selamlar 
Uzun süredir ağaç ev sohbetlerine katılamamıştım. Sevgili Deep, üzerimden ataleti atmam için beni yeniden teşvik etti sağ olsun. Malum tüm etkileri henüz online! olan bir salgınla mücadele halindeyiz. Bu süreçte konuya tam vakıf olup, tedbir alanlar, konuyu hiç anlamayanlar. Anlamadığı halde denileni yapıp kurallara tam uyanlar. Ama anlamadığı için, her konuda olduğu gibi bu konuya da "boşveeeeerrrrrrr" moduyla yaklaşıp, kural tanımayanlar, derken bir dolu insan tutumunu gözleyebiliyoruz. Bunlar gayet normal. İnsan Yaradanına isyan eden bir varlık, kalmış ki kuluna her şekilde itaat etsin!!! Tabi kural tanımazlar insanın canını sıkıyor, riskin büyüdüğünü görmek üzücü, ama dediğim gibi bunlar normal. Çünkü muhatabın insanken, göze alman gereken risklerden biridir, bu serkeşlik.

Ama bizim bugün konumuz, salgın sonrası... 
Bir kere şöyle bir durum yok. Biz evde oturacağız ve bu virüs yok olacak. Bu algı yanlış. Bu virüs, biz bir asır bile evde kalsak, var olmaya devam edebilir. Şu an evde kalmamızın tek nedeni; bu kadar hızlı yayılan bir virüs, teması azaltmazsak, sağlık sisteminin baş edemeyeceği kadar hızla bulaşırsa, hayatlarımız korku filmine dönüşebilir. Bu virüs bir şekilde bulaşacak zaten. Bu bulaşı kontrol altına alabilmek, yani sitemi çökertmeden, hayatlarımızı kabusa döndürmeden, toplumsal bağışıklığı yükseltmeye çalışıyoruz. Takip edenler bilir, şu an hastalığı atlatanlar, birer umut haline geliyor. Plazma tedavisi ile hayat kurtarıyorlar. Özetle insanlık, tanımadığı düşmanla uyun sürecini yakalamaya çalışıyor. 

Bu sürecin, maddi ve manevi etkileri elbette olacak. Tarihte tüm salgınlar, ciddi dönüşümlere neden olmuştur. Hatta kara veba salgını, Hristiyanlıkta yeni bir mezhebin doğmasına neden olmuştur. Şimdi bu cümleyi böyle kurunca, kulağa nasıl basit geliyor. "Ne olmuş, yeni bir mezhep doğmuş," aman ne güzel. İşte öyle olmamış o iş. Martin Luter ve taraftarları ile Katolikler, otuz yıl boyunca birbirini öldürmüş. 
Bakınız ,bugün Amerikalı yetkililerin, son günlerde yaptığı Çin eksenli açıklamalar, sürecin ne kadar korkunç bir hal alabileceğinin ipuçları gibi. Korku senaryoları yazmayı sevmem. Bence umut hep vardır. Bu açıklamalar, kendini süper güç gören, dünyanın her yerinde ahkam kesen, insanların hayatları üzerinde kendince kararlar alan bir devletin, minicik bir mikrop karşısındaki acziyetini gizlemek için, "babalanması" da olabilir. Ama şu bir gerçek, bildiğimiz dünya değişiyor, başka bir hal alacak ve bizler bu değişimin tam göbeğindeyiz. "Balığın, hiç su görmedim" demesi gibi, biz bu değişimi ne kadar fark ederiz, bu süreçte bize neler olur, bilemem. Yaşayıp göreceğiz. Hani büyük bir bina yıkılınca, toz bulutu kalkar. Bir süre hiçbir şey görünmez ya. İşte o durumda dünya. Büyük bir bina yıkılıyor. İşin kötüsü, bir binanın tam dibindeyiz. Yıkıntıdan sadece üstümüz başımız toz olarak mı kurtulacağız yoksa kafamıza gözümüze moloz parçaları gelecek mi, şu an bunu kestirmek zor. 

Günlük hayatlarımız mı, elbette onlarda değişiyor. Ama hayat her zaman yolunu bulur. Aziz mübarek Ramazan geldi geçiyor, bir misafir ağırlayamadık. Bunu dert ediyorken, eşimin karakoluna iftar yemeği gönderdim salı günü. Akşama kadar mutfakta, iftar hazırlığı yapmak nasıl iyi geldi, anlatamam. Şekli değişse de, yaşam bir şekilde yolunu bulacak. Yeni alışkanlıklar, yeni tatlar keşfedeceğiz. Belki torunlarımız, bizim normal dediğimiz şeyi hiç bilemeyecek. Kendi normallerini geliştirecekler. 

Çağın insanı, bence her yaşta ergen kafasındaydı. Hani ergenler, "büyüdük biz" modunda gezerler ama hayatın sorumluluğunu üstlenmek konusunda hiç gönüllü olmaz ya. Günümüz insanı işte tam bu hal üzerine yaşıyor. Hangi yaşta olursa olsun. Bakın etrafınıza kırk, elli hatta yetmiş yaşında ergenler görebilirsiniz. Sağlık Bakanımızın yaptığı basın toplantılarında, gazetecilerin sorduğu soruları takip ederseniz, ne demek istediğimi daha net görürsünüz zannımca. Bazı sorular karşısında Sayın Bakan, gülmekten kendini alamıyor. Ama acı bir gülüş. halimiz çok trajikomik. 

Gelelim üniversite sınavı isyanına. Bence bu isyan toplumun; ergen anne babalar ve ergen evlatları ile verdiği ,vereceği bir sınava dönüştü, dönüşüyor. Arkadaşlar, iki milyondan fazla bir insan grubunu gireceği bir sınavdan söz ediyoruz. Siz bunu temmuzun sonunda yaparsanız, eylüle nasıl sistemi yetiştireceksiniz. Bu sınavlar okunacak, Hemde bir kişi için tek değil iki sınav. Bu gençler tercih yapacak. Bu tercihler değerlendirilecek, şehir dışında okul kazananlar, oralara gidip, kalacak yer ayarlayacaklar veeeee eylülde okullar başlayacak. Bir ayda tüm bunların aksamadan yapılması mümkün mü, Allah aşkına. Ayrıca öne çekilen bir sınav tarihi yok. bir haftadan daha fazla ötelenen bir sınav tarihi var. Hem de, gençler hiç kusura bakmasın, mart, nisan, mayıs üç aylık müfredat sınavda yok. Bu süreçte ben en az 2 yazılı yapacaktım, herkese en az bir kitap okutup, değerlendirmelerini isteyecektim. benim dersimden proje konusu alanlar, nisanda onları getirecekti. Tüm bu baskılar yok. Bizler, öğretmenleri sadece bir whatshap mesajı uzaklarındayız. Eba'dan canlı sınıflarda çatır çatır ders işleniyor, soru çözülüyor. Yani yalnız değiller. Zor zamanlar insanların karakterlerini ortaya çıkarır. Çoğu 18 yaşına gelmiş, hukuki ehliyeti olan insanlar bunlar. Rica ediyorum sorumluluktan kaçmayalım. Çanakkale Savaşında, bizim Kayseri Lisesi, mezun verememiş. Ülke genelinde daha pek çok okulda durum böyle. Bu insanlar taş mıydı, kaya mıydı. Bunların psikolojileri bozulmuyor muydu acaba. Allah aşkına şımarıklığı bırakalım. 
Genç umuttur. Rahmetli Necip Fazıl'ın anlatımıyla; 
"kim var! " diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım! " cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur! " duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik..

İhtiyacımız işte bu. Biliyorum varlar, tanıyorum çoğunu. Umudum onlardan yana. 

"Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler" inşallah. 
Selametle.... 

4 May 2020

Mayıs'a selam


Selamlar
Bir şeyler atıl kalınca, çok üzülüyorum. Bu ipten balon kollu bir hırka örmüştüm. Ama kabanların kolunun dar olması nedeniyle, keyiflice kullanamadım. Bende acımadım, söktüm. Böyle minik bir diz battaniyesi ördüm. Nasılsa ya biz kullanırız, ya da kullanacak birini bulmak daha kolay olur. :)) 


 Hırkanın kolu bayağ bayağ balonmuş :)) İpim epeyce arttı. Özellikle instagramda pek çok sayfada görüyordum, bu minik keseciği. Sukulent ve kaktüs saksıları için kullanılıyor genelde. Ama çocuk odalarında, banyolarda ıvır zıvır toparlamak içinde kullanılabilir. Yapımı pek çok yerde var aslında. Ama bende bir kaç güne kadar arşiv olması açısından burada küçük bir açıklama hazırlayacağım.


Sevgili Derya'nın, pazenle kombinlenen tutacaklarını çok sevdim. Biraz daha pazenim var. Yani daha yaparım ben bu cicilerden :)


İşte günün bombası :)  Kayseri yağlaması...
Kayseri denince akla mantı gelir malum. Ama Kayseri'yi bilenler, yağlamanın da mantı kadar meşhur olduğunu bilir. Oldukça ağır ama çok lezzetli bir yemektir. Kendinize ödül verdiğiniz bir gün denemeye değer. 

Yağlama yapmak için önce, şebit denilen küçük ekmekler hazırlamanız lazım. Aslında bazlama dediğimiz ekmek, şebit. Ama Kayseri'de yağlamanın altındaki ekmeğe şebit diyorlar. Orjinaliyle anlatmak istedim. Ekmeğin yapımı için, farklı pek çok tarif denenebilir. Ben buradaki tarifle hamuru yoğurup, şebitleri hazırladım. Kıymalı sos için; kuru soğan, kapya biber, köy biberi, ile kıyma kavrulur. Biraz biber salçası ile renklendirilir. İki diş sarımsak ezilir. Domates robottan geçirilip, eklenir. Kıymalı sosun kıvamına bakılır, hafif sulu bir kıvamda olacak. Domates sulu değilse ve kıymalı sos taneliyle bir miktar su eklenir. 5 dakika kısık ateşte  pişirilir. 


Sonra sırasıyla şebitlerin arasına bu kıymalı sos yayılır. Kaç kat yapacağınız size kalmış. burada 7 kat var. Kalabalık bir grup için 10- 12 kat bile yapılabilir. Daha az sayıda kişi için 3-4 kat bile yeter. Dikkat edilecek şey, kıymalı sosun sulu kısmı tavada kalmasın, şebitlerin üzerine sulu kısmı da yaymaktan çekinmeyin. Şebitlerin sıcak olması şart değil ama kıymalı sos sıcak olsun. Her katı yaparken, şebitleri azıcık bastırın, iyice sosu içine çeksin.
Fotoğrafı çekmeden kesmeyi unutmuşum. Yemeği bıçak yardımıyla dörde bölün. Yanına sarımsaklı yoğurtla sos yapın. Yiyeceğiniz zaman üstüne, sarımsaklı yoğurt gezdirin. Afiyet olsun. :))

Selametle...